Her duyguyu tanım edebilecek bir şiir vardır edebiyatta. İçimizden geçen her hissin kelamlara dökülmüş halidir şiirler… Ülkemizde o denli şairler unutulmaz şiirler kaleme almıştır ki; dilimizin ucuna gelenleri söyleyemesek bile bizleri tam olarak anlatabilir. İşte bizler de tam olarak hislerimize tercüman olabilecek ve vakit geçse de unutulmaması gerek şiirleri sizler için derledik.
Keyifli okumalar…
1. Sessiz Gemi – Yahya Kemal Beyatlı
Artık demir almak günü gelmişse vakitten, Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan. Hiç yolcusu yokmuş üzere sessizce alır yol; Sallanmaz o kalkışta ne mendil ne de bir kol. Rıhtımda kalanlar bu seyahatten elemli, Günlerce siyah ufka bakar gözleri nemli. Biçare gönüller! Ne giden son gemidir bu! Hicranlı hayatın ne de son matemidir bu! Dünyada sevilmiş ve seven beyhude bekler; Bilmez ki giden sevgililer dönmeyecekler. Birçok gidenin her biri mutlu ki yerinden, Birçok yıllar geçti; dönen yok seferinden.
2. Kıssa – Cahit Külebi
Senin dudakların pembe Ellerin beyaz, Al tut ellerimi bebek Tut biraz!
Benim doğduğum köylerde Ceviz ağaçları yoktu, Ben bu yüzden serinliğe hasretim Okşa biraz!
Benim doğduğum köylerde Buğday tarlaları yoktu, Dağıt saçlarını bebek Savur biraz!
Benim doğduğum köyleri Akşamları eşkıyalar basardı. Ben bu yüzden yalnızlığı hiç sevmem Konuş biraz!
Benim doğduğum köylerde Kuzey rüzgârları eserdi, Ve bu yüzden dudaklarım çatlaktır Öp biraz!
Sen Türkiye üzere aydınlık ve güzelsin! Benim doğduğum köyler de hoştu, Sen de anlat doğduğun yerleri, Anlat biraz!
3. Çakıl – Bedri Rahmi Eyüboğlu
Seni düşünürken
Bir çakıl taşı ısınır içimde
Bir kuş gelir yüreğimin ucuna konar
Bir gelincik açılır ansızın
Bir gelincik sinsi sinsi kanar
Seni düşünürken
Bir erik ağacı doruktan tırnağa donanır
Deliler üzere dönmeğe başlar
Döndükçe yumak yumak çözülür
Çözüldükçe ufalır küçülür
Çekirdeği şimdi süt bağlamış
Masmavi bir erik kesilir ağzımda
Dokundukça yanar dudaklarım
Seni düşünürken
Bir çakıl taşı ısınır içimde.
4. Mor Külhani – Ece Ayhan
1. Şiirimiz karadır abiler
Kendi kendine çalan bir davul zurna Sesini duyunca kendi kendine güreşmeye başlayan Taşınır mal helalarında kara kamunun Şeye dar pantolonlu kostak delikanlıların şiiridir
Aşk örgütlenmektir bir düşünün abiler
2. Şiirimiz her işi yapar abiler
Valde Atik’te Eski Şair Çıkmazı’nda oturur Saçları bir kelamla örülür bir kelamla çözülür Kötü caddeye düşmüş bir tazenin yakın mezarlıkta Saatlerini çıkarmış yedi kısma gerilmesinin şiiridir
Dirim kısa mevt uzundur cehennette herhal abiler
3. Şiirimiz gül kurutur abiler
Dönüşmeye başlamış Beşiktaşlı kuşçu bir babanın Taşınmaz kum taşır mavnalarla Karabiga’ya kaçan Gamze şeyli pek güzel benli son oğlunu Suriye hamamında sabuna boğmasının şiiridir
Oğullar oğulluktan sessizce çekilmesini bilmelidir abiler
4. Şiirimiz erkek emzirir abiler
İlerde kim bilir göz okullarına gitmek ister Yanık karamelalar satar aşağısı kesik kör bir çocuğun Kinleri şimdi tüfek biçimini bulamamış olmakla Tabanlarına tükürerek atış yapmasının şiiridir
Böylesi haftalık fotoğraflar görür ve bacaklanır abiler
5. Şiirimiz mor külhanidir abiler
Topağacından aparthanlarda odası bulunamaz Yarısı silinmiş bir ejderhanın düzüşüm üzre eylemde Kiralık bir kentin giriş kapılarına kara kireçle Şairlerin ümüğüne çökerken işaretlenmesinin şiiridir
Ayıptır söylemesi vakitsiz Üsküdarlıyız abiler
6. Şiirimiz kentten içeridir abiler
Takvimler değiştirilirken bir gün yitirilir Bir kent vefatın denizine kayar dragomanlarıyla
Düzayak çivit badanalı bir kent nasıl kurulur ağabeyler?
5. İlkyaz – Gülten Akın
Ah, kimselerin vakti yok Durup ince şeyleri anlamaya
Kalın fırçalarını kullanarak geçiyorlar Evler çocuklar mezarlar çizerek dünyaya Yitenler olduğu görülüyor bir türküyü açtılar mı Bakıp kapatıyorlar Geceye giriyor türküler ve ince şeyler
‘Memelerinde biraz irin, biraz balık ve biraz gözyaşı Bir dev oluyorsun deniz deniz deniz sisin dere ağızlarından sokulup akşamları Fındıklarımızı basıyor Neyleriz kararan tomurcukları Çocuklarımıza yalvarıyoruz: Aç durun biraz Tecimenlere yalvarıyoruz: Bir ‘Hotel’ bir bilinmeyen evlenme az çiziniz Bir banka az çiziniz bir yalvarma Bizden size ve sizden dışardakilere
Karılarımızı yolluyoruz tırnaklarını kesmeye ve demeye -Evet efendim- Çocuklarımızı yolluyoruz dilenmeye Bizler gidiyoruz yatağımız ilaha emanet Yazların motorlu çingeneleri
Ah, kimselerin vakti yok Durup ince şeyleri anlamaya
Baba konutları, birinci defa girilen ırmağa dönüş Toprağa tutku, kendinden dolayı Kulaklarımızı tıkıyoruz: Para para para Kulaklarımızı açıyoruz: Hengame arbede kavga Sorar tahminen biri: Arbede ancak neden kavga Komşumuza sonsuz balta, karımıza yumruklar içinde -Bilmiyoruz neden arbede.
Sonra kasabanın cezaevinde Silgimizi göz önüne yerleştiriyoruz Günlerimiz iterek genişletiyoruz Yer açıyoruz karılarımızı düşünmeye Bizsiz geçen menevşeyi düşünmeye
Durup ince şeyleri anlatmaya Kimselerin vakti olmasa da Okulların bayan öğretmencikleri Tatil günlerini çoğaltsalar da Kutsal nemiz varsa onun adına Gözlerimiz için bağlar dokusalar da Birikimler ve çizgiler gittikçe gitgide Açmaya ilkyaz çiçekleri
Bir gün birileri öte geçelerden Islık çalar cevap veririz
6. Gidişini Anlatıyorum – Rıfat Ilgaz
Sen gidiyorsun ya işine yetişmek için Saçlarını, gözlerini, ellerini Neyin varsa toplayıp gidiyorsun ya Her seferinde bir şey unutuyorsun sıcak Termometrede yükselen çizgi çizgi Kim bilir nerelerde soğuyorsun
Senin gözbebeklerin var ya bayan kadın gülen İnsan insan bakan gözbebeklerin Beni tutsa tutsa gözlerin meblağ ayakta Beni yıksa yıksa gözlerin yerle bir eder
Ne gelirse onlardan gelir bana Çalışma gücü yaşama direnci Mutluluk üzere kazanılması zor Mutluluk üzere yitirilmesi kolay
Bir açarsın ki mutluyum Bir kaparsın her şey elimden gitmiş
7. İz – Birhan Keskin
acıyla geçtiğim yoldan geçiyorsun izlerime rastlıyorsun, bıraktıklarıma, orada o yolda çekmiştim ruhumu patlatan fitili benden savrulan modüller kurusa da, izleri var hala yolun kenarında.
izini sür yolun, acının ormanı büyütür insanı vakit geniştir, ufuk sandığından daha yakın acıyla geçtiğim yoldan geçiyorsun, ustası olacaksın içine gerdiğin tellerin hangi sızıyla titrer içinde, hangi sesle büyük bir aşk, hangi sesle ölür, bileceksin.
ne vakitti bilmiyorum. yaşadıklarından sana kalan tortu, seni olduğun yere çakan, olduğun yerde fırtına koparan endişe. kendi sarmalında döndün, döndün, sanma ki daha dönmeyeceksin kalsan da bir yer için, aslında daima gidiyorsun.
şimdi, acının ormanından geçiyorsun her şey bir daha kanasa da ne geçtiğin yola ne sana dokunabilirim ben geç meleğim, senin de müziklerin olsun içindeki telleri titreten.
8. Of Not Being A Jew – İsmet Özel
İniyorum kulelerinden katil iniyorum maktul minarelerden taraçadan, bahçeden ilk tanıyı bulanların indikleri her yerden ilk tanıyı bulandıran bir vaşakla birlikte değdikçe ayaklarım merdiven alçalıyor açılıyor leşlerin, atmıkların cesurane canlıların korka korka uzandıkları zemin ağzımda kef iki gözIerimde mil iniyorum kulelerinden katil. Körüm, o halde karanlık niçin benden kaçıyor? Sağırım, nasıl oluyor da uğultum uzaktan beni çağırmaktadır? Göklerin çökeltisinden ayrıca soy toprağın tortusundan gayrı hısım bilmeksizin iniyorum kirli eteklerine beni emziren kaltak şehrin iniyorum lakin indirilmedim iniyorum çalıntı tahtımı terk ederek arada bir çehremi dalgalandıran karaltı vurulmuş arkadaşlarımdan yansıyor olsa gerek iniyorum onlardan artakalan yükü indirmek için indiğim yerde beni bir bekleyen yok indiğim yerde biçilmiş ot gibiyim puslu, çapraşık, koklanmamış ihmalkâr gözle okunmuş bir kitap bîtab bir gözle okunmayı tercih ederdim yoğrulmuş olan benle bir daha yoğrulsaydı benimle açsaydı ağırdan tükeniş faslını mızrap. Yağmurun yoldaşı denebilir mi bana? Ne dökülüş inişimde, ne çakış… Yalnızca o çetrefil aralama zahmetine katlanarak iniyorum kızları utandıran iç çekişle erkekleri boğan kasvetle iniyorum. Öfkemdi başlattı yolu ısrara gerek var deyip durdu şehvetim istemedi doğurmak bu türlü bir uğraşı tabiat tarih onu tanımazlıktan geldi bir dövüş olsaydı sonunda tahminen gevşerdi hırsım belki saçlar taranırdı bir sevişmeden sonra ama ben hınca hınç bekçisi kalacağım burçlarımın sonunda yükü bıraktığıma yanacağım. İniyor ve inliyorum nereye bir kucak dolusu sonluluk sorgusu getiriyorsam oraya bir kucak da getiriyorum bir kucak yalnızca genç ve canlı değil bir kucak yalnızca yaşlı ve yorgun değil bir kucak yalnızca erkek ve vakur değil bir kucak yalnızca kıvrak ve dişi değil bir kucak yalnızca kavruk ve intikamcı değil bir kucak yalnızca gürbüz ve atak değil bir kucak yalnızca üzgün ve dindar değil bir kucak yalnızca pak ve sevecen değil bir kucak yalnızca pis ve sırnaşık değil bir kucak yalnızca cömert ve sıcak değil bir kucak yalnızca sancılı ve keskin değil bir kucak yalnızca umursamaz ve bezgin değil bir kucak yalnızca öksüz ve çolak değil bir kucak sadece bir kucak açılınca açıkları kapatan acıkınca doyuran ve doyurunca nasıl da perişan, ne kadar da ölçülü darası alınmaz yüküm bu benim kayda geçirilemez, narhı konulmaz resmen ve alenen söz yordamı yok gözümün feri saydım onu, gücüm bundadır dizimin dermanıdır o buradan gelir cesaretim bende bu kucak olduktan sonra iyi yahut makûs ne yapılabilir kendi hayatı aleyhine binlerce kere dolap çevirmiş olan bana? Bakın, bulduğum her gerçeği delik deşik ediyor kayboluş kapımı sürgüleyen bir vaşak her sevincimi viran eden bu hayvan yalanlar içinde boğulmamı önlüyor ondan kurtulacak olursam biliyorum beni yaşamakla coşturan bir kaynak keşfederim ondan kurtulduğum an bütün boyutlarımı kaybederim. Önceleri, acemiyken bu vaşak yokken daha yanıbaşımda okul müdürü veresiye satan bakkal kapıcı ve akrabaları dört farklı vefatla ölmeyi öğren demişlerdi bana dört bucakmış anlattıklarına bakılırsa dünya omzun güneş kokuyor demişti kısa eteklikli kız o da omzuma bir şey konduracak kesinlikle. İşte o vakit bildimdi anladımdı o sıra ne bir atlas kalır bende, ne ibrişim bu çuha, bu sicim elden çıkarsa acemiydim gitmem dedim sizin provalarınıza bön ve berbat buluyorum yaldızlı yaz gecelerinizi berbattır balkonda o güneşli sabahlar biraz açılmak için açıldığınız kırların aniden karşılaştığınız ırmakların ürpertisi ahmakça böndür beni belimden bölmeye kalkan enlem benden iki bakışık parça çıkarmaya çabalayan boylam da berbat ipekli libas giymem, altın takınmam atımın eğerinde kaplan derisi yoktur çehreme âlâ baksalardı yırtılırdı uykularının zarı uykuluydular sinerken vücuduma kıraç dağlar bitek vadilerle bir arada ben derimi yumarken uykularına tutundular… Çocuklar acıları paylaşmaz demiştim omuz silkerek acılardır paylaşan çocukları gün geldi paylaşıldı acılar çocuklar paylaşıldı bana bırakılan neyse ona burun kıvırdım gittim bir kuyudan su çektim halka boynumdan geçti geçti boynuma kemend d harfine bak dedim nasıl da soylu duruyor sonunda kelimenin harfe bak, harfe dokun, harfin içinde eri harf ol harfle birlikte kıyam et harf of harfler ummanına bat çünkü gördüm ne varsa sonunda kelimenin çünkü böndür altında kaldığım töhmet uğradığım kinayeler bön ve berbat. Evet, ilmektir boynumdaki ancak ben kimsenin kölesi değilim tarantula yazdılar diye göğsümdeki yaftaya tarantulaymış benim adım diyecek değilim tam düşecekken tutunduğum tuğlayı kendime rabb bellemiyeceğim razı değilim beni tanımayan tarihe beni sinesine sarmayan tabiattan istek dilenmeyeceğim. Gittim su çektim en derin kuyudan en hileli desteden kendi kartımı çektim yaktım belgeleri bütün şahitleri yok etmek için ricacıları öldürdüm onlar bu dumanlı dünyanın beni nasıl özlediğini görmüş olabilirdi gerçekten özlemişti beni dünya öze çekmişti özüm gelinceye kadar bana temas etmişti bu dokunuş parlatınca beni benden biraz dünya isteyen ricacıları öldürdüm ve kıtal bitti. Yazık. Yazık ki yazgımın boyası koyu. İnilecek kadar indim. Hayfa. Yine bir geçitteyim, tekrar bir liman kenti bura eskilerin tayfası yeniden daima buradalar hep bilinen tecimenler, tanıdık yosmalar havada hayza benzeyen tıpkı koku binalara yaklaşırken eskisi gibi sıklet artıyor hâlâ ayırt edilemiyor dişli gıcırtıları çocuk çığlıklarından tanıyorum bunlar bulutlara bakmak için penceresi evlerin bu da deniz hırs püsküren, toynak durduran deniz rezeleri yerlerinden oynatan vâdeden, vâdeden, vâdeden tesellicimiz. Bir yanımda kıyısı kışkırtıcı ufku muallâk deniz, bir yanımda kamu açıklamaları, genelgeler, tahvilât kimin yüzünü çevirdiysem hüznü de sevinci kadar ıskarta… Niye indim buraya ben? Boşuna mıydı yol boyunca benliğime musallat olan belâ? Bir çevrim tamamlandı mı artık? Yine mi döndüm başa? Olmaz diyor yanımdan ayrılmayan vaşak kimse başa dönmemiştir, dönemez hele sen geçtiğin o ormanlar rüyalarındaki canavarlardan sonra çok uzaksın o ilk fırlatıldığın vakte. Aldanma bunlar tayfa değil burada doğdu hepsi denize hiç açılmadılar denizi sen kadar bile tanıyan yoktur aralarında her biri uzak bir beldeden geldi sanılsın istiyor yosmalar böylece saygın fahişeler arasına katışacaklar müptezel birer facire ofsalar da. Tecimenler, onlar da sahi değil onlar da olmayan tayfaların gemilerinden çıkan malları sattıklarına inandırmak istiyor şehrin acemi insanlarını. Sen ve yağmur. Başa dönemezsiniz. Öyle bir yol yürüdünüz ki ancak dönüş yolunu yok ederek gelebilirdiniz inişiniz bir iniş olurdu başa dönmemecesine. Yağmur yalnız yağarken yağmurdur sen yalnız senken sensin burada kalamazsın ve başa dönemezsin gitmek zorundasın kovalanan bir Yahudi gibi ama Museviler üzere kendinle kalamıyorsun her şey çok yetersiz senin için her şey sana çok fazla ayıklarsan ayık durabiliyorsun aranı açıyorsun kendinle eşyayı araladıkça uyanmanın bedeli serapları fedadır uykuyu tadayım dersen kâbusa dalmak değerine. Tarihe dersini vermen gerek yoldan ayrılamazsın yediremezsin sokulmayı kendine tabiatın apışaralarına ne yıkılmış bir tapınağın suskunluğu durdurabiliyor seni ne gürültülü bir havra. Yükün ağır. He’s so heavy just because he’s your brother. Kardeşlerin pogrom sana. Dostlarının eşiğine varınca başlıyor senin diasporan. Herkesin mazereti var, senin yok günahlı bir gölgenin serinliğinde biraz bekleyebilirsin, daha sonra burada kalamazsın, başa dönemezsin ama dön Eve dön! Müziğe dön! Kalbine dön! Şarkıya dön! Kalbine dön! Meskene dön! Kalbine dön! Meskene dön! Müziğe dön! Eve dönmek kendime sarkıntılık etmekten diğer nedir? orada, ortada bir beni yoklar intihara ayırdığım zamanlar bunlar pak, kül bırakan zamanlardır düzgün sabuklamalardan bana kalan.. Evde anlaşılmaz bir tını bilmem nereden gelir uykumdan? kanımdaki çakıldan? unutkanlığımdan? bilemem Yahudi değilim gizli bir yerde genizam yok bilemem insan nerenin yerlisidir ömrüm burada bütün Museviler gibi raflara hakikat, çekmecelere sahanlıklara hakikat geçti yabancı ellerde çitilenmekten korunmak için bir sıvaydım kendime kendi ellerimde tıpkı Museviler gibi buraların yerlisi ben değilim. Şarkıya dönersem ense köküm seyrelecek ağdası çözülecek bana aşktan bulaşan kozlarımın şehrin insanları yumruklarımda beyaz bulut yolun çamurunda revnâk-ı bahar bulacaklar ben müziğe dönünce boğazlarındaki boğum insanların epriyecek ve onun yerine her günkü işleri yaparken kepenkleri kaldırırken, silerken tezgahı kalbe gizlice batan kıymık geçecek şarkıya dönersem, yanık bir şarkıya holokost neymiş meğer herkes bilecek. Kalbime döneceğim, lakin hangi yolla? Yedeğimdeki okunaksız şarapla lekelenmiş, solgun harita uyduruk bir şey mi bilmiyorum yoksa gerçekten definenin yeri gösteriliyor mu orada? Ama boşver… Nasıl bir ilgi olabilir kalbe dönmekle define bulmak ortasında? Lâkin ben inerken her dönemeçte bir modülünü ele geçirdiğim her molada, her zorlanışında nefesimin her ayak sürçmesinde çiziktirdiğim haritamın bütün paftalarında sabit mürekkeple işaretlenmiştir nerelerde kıraçlaşır rahminde levendane öcün tohumları yatan gece güneşin şifa diye bilinen ışıkları nerelerde kıyıcı bir zehre çevrilir… Haritamda caddeyi ürpertiye açacak bir kaç kaçıktan öteki nirengi noktası yok. Açıkça gösteriyor haritam farkı nedir bir cenaze kalkarken yağan yağmurun bir hükümet darbesinden sonra yağan yağmurdan. Yağmalar aşikâr ki kim bulsa defineyi, umurumda mı ben kalbime döneceğim fokurdayıp pörtlemek için hep fokurdak ve pörtlek kalacağım kalp içinde canı sıkkın kızların yüzlerinden döşünden ahı kalmış delikanlıların dünyaya habire pörtleyeceğim evlerin olanca tınısı dindiği zaman kısıldığı vakit bütün müziklerin kanatları fokurtum dokunacak herkese yedi ırkın kavşağından. Yahudi değilsem bile bende Yahudalık da mı yok- Kimi öptüm de kurtuldu çarmıha çakılmaktan?
9. Aşk – Cemal Süreya
Şimdi sen kalkıp gidiyorsun. Git Gözlerin durur mu onlar da gidiyorlar. Gitsinler. Oysa ben senin gözlerinsiz edemem bilirsin Oysa Allah bilir bugün düzgün uyanmıştık Sevgideydi birinci açılışı gözlerimizin yalnızca onaydı Bir kuş konmuş parmaklarıma uzun uzun ötmüştü Bir sevişmek gelmiş bir daha gitmemişti Yoktu dünlerde evelsi günlerdeki yoksulluğumuz Sanki hiç olmamıştı
Oysa kalbim işte şuracıkta çarpıyordu Şurda senin gözlerindeki bakımsız mavi, hoş laflı İstanbullar Şurda da etin çoğalıyordu dokundukça lafların dünyaların Öyle düzeltici o denli yerine getiriciydi sevmek Ki Karaköy köprüsüne yağmur yağarken Bıraksalar gökyüzü kendini ikiye bölecekti Çünkü iki kişiydik
Oysa bir bardak su yetiyordu saçlarını ıslatmaya Bir dilim ekmeğin bir iki zeytinin başınaydı doymamız Seni bir kez öpsem ikinin hatırı kalıyordu İki sefer öpeyim desem üçün boynu bükük Yüzünün bitip bedeninin başladığı yerde Memelerin vardı göğüslerin kahramandı sonra Sonrası yeterlilik hoşluk.
10. Severmişim Halbuki – Nâzım Hikmet
yıl 62 mart 28
pırağ-berlin tireninde pencerenin yanındayım
akşam oluyor
dumanlı ıslak ovaya akşamın yorgun bir kuş üzere inişini severmişim meğer
akşamın inişini yorgun kuşun inişine benzetmeyi sevmedim
toprağı severmişim meğer
toprağı sevdim diyebilir mi onu bir defa olsun sürmeyen
ben sürmedim
pılatonik biricik sevdam da buymuş meğer
meğer ırmağı severmişim
ister bu türlü kımıldanmadan aksın kıvrıla kıvrıla tepelerin eteğinde
doruklarına şatolar kondurulmuş avrupa tepelerinin
ister uzasın göz alabildiğine dümdüz
bilirim ırmak yeni ışıklar getirecek sen göremiyeceksin
bilirim ömrümüz beygirinkinden azıcık uzun karganınkinden alabildiğine kısa
bilirim benden evvel duyulmuş bu keder
benden sonra da duyulacak
benden evvel söylenmiş bunların hepsi bin kere
benden sonra da söylenecek
gökyüzünü severmişim meğer
kapalı olsun açık olsun
borodino savaş alanında andırey’in sırtüstü seyrettiği gökkubbe
hapiste türkçeye çevirdim iki cildini savaşla barış’ın
kulağıma sesler geliyor
gökkubbeden değil meydan yerinden
gardiyanlar birini dövüyor yine
ağaçları severmişim meğer
çırılçıplak kayınlar moskova dolaylarında predelkino’da kışın çıkarlar karşıma alçakgönüllü kibar
kayınlar rus sayılıyor kavakları türk saydığımız gibi
izmir’in kavakları
dökülür yaprakları
bize de çakıcı derler
yar fidan boylum
yakarız konakları
ilgaz ormanlarında yıl 920 bir keten mendil astım bir çam dalına
ucu işlemeli
yolları severmişim meğer
asfaltını da
vera direksiyonda moskova’dan kırım’a gidiyoruz koktebel’e
asıl ismi göktepe ili
bir kapalı kutuda ikimiz
dünya akıyor iki yandan dışarıda dilsiz uzak
hiç kimseyle hiçbir vakit bu türlü yakın olmadım
eşkıyalar çıktı karşıma bolu’dan inerken gerede’ye kırmızı yolda ve yaşım on sekiz
yaylıda canımdan gayrı alacakları eşyam da yok
ve on sekizimde en kıymetsiz eşyamız canımızdır
bunu bir kez daha yazdımdı
çamurlu karanlık sokakta bata çıka karagöze gidiyorum ramazan gecesi
önde körüklü kaat fener
belki bu türlü bir şey olmadı
belki bir yerlerde okudum sekiz yaşında bir oğlanın karagöze gidişini ramazan gecesi istanbul’da dedesinin elinden tutup
dedesi fesli ve entarisinin üstüne samur yakalı kürkünü giymiş
ve harem ağasının elinde fener
ve benim içim içime sığmıyor sevinçten
çiçekler geldi aklıma her nedense
gelincikler kaktüsler fulyalar
istanbul’da kadıköy’de fulya tarlasında öptüm marika’yı
ağzı acıbadem kokuyor
yaşım on yedi
kolan vurdu yüreğim salıncak bulutlara girdi çıktı
çiçekleri severmişim meğer
üç kırmızı karanfil yolladı bana hapishaneye yoldaşlar 1948
yıldızları hatırladım
severmişim meğer
ister aşağıdan üste seyredip onları şaşıp kalayım
ister uçayım yanıbaşlarında
kosmos adamlarına sorularım var
çok daha iri iri mi gördüler yıldızları
kara kadifede koskocaman cevahirler miydiler
turuncuda kayısılar mı
kibirleniyor mu insan yıldızlara biraz daha yaklaşınca
renkli fotoğraflarını gördüm kosmosun ogonyok dergisinde
kızmayın lakin dostlar non figüratif mi desek soyut mu desek işte o soydan yağlı boyalara benziyordu kimisi yani dehşetli figüratif ve somut
insanın yüreği ağzına geliyor karşılarında
sınırsızlığı onlar hasretimizin aklımızın ellerimizin
onlara bakıp düşünebildim vefatı bile şu kadarcık keder duymadan
kosmosu severmişim meğer
gözümün önüne kar yağışı geliyor
ağır ağır dilsiz kuşbaşısı da buram buram tipisi de
meğer kar yağışını severmişim
güneşi severmişim meğer
şimdi şu vişne reçeline bulanmış batarken bile
güneş istanbul’da da kimi defa renkli kartpostallardaki gibi batar
ama onun fotoğrafını sen o denli yapmıyacaksın
meğer denizi severmişim
hem de nasıl
ama ayvazofski’nin denizleri bir yana
bulutları severmişim meğer
ister altlarında olayım ister üstlerinde
ister devlere benzesinler ister ak tüylü hayvanlara
ayışığı geliyor aklıma en aygın baygını en yalancısı en küçük burjuvası
severmişim
yağmuru severmişim meğer
ağ üzere de inse üstüme ve damlayıp dağılsa da camlarımda yüreğim beni olduğum yerde bırakır ağlara dolanık ya da bir damlanın içinde ve çıkar seyahate haritada çizilmemiş bir memlekete gider
yağmuru severmişim meğer
ama neden apansızın keşfettim bu sevdaları pırağ-berlin tireninde yanında pencerenin
altıncı cıgaramı yaktığımdan mı
bir teki ölümdür benim için
moskova’da kalan birilerini düşündüğümden mi geberesiye
saçları saman sarısı kirpikleri mavi
zifiri karanlıkta gidiyor tiren
zifiri karanlığı severmişim meğer
kıvılcımlar uçuşuyor lokomotiften
kıvılcımları severmişim meğer
meğer ne çok şeyi severmişim de altmışımda farkına vardım bunun
pırağ-berlin tireninde yanında pencerenin yeryüzünü dönülmez bir seyahate çıkmışım üzere seyrederek
11. Lavinia – Özdemir Asaf
cocoandcashmere.files.wordpress.com
Sana gitme demeyeceğim Üşüyorsun ceketimi al Günün en hoş saatleri bunlar Yanımda kal
Sana gitme demeyeceğim Gene de sen bilirsin Yalanlar istiyorsan palavralar söyleyeyim İncinirsin
Sana gitme demeyeceğim Ama gitme Lavinia Adını gizleyeceğim Sen de bilme Lavinia
12. Ben Sana Mecburum – Attila İlhan
Ben sana mecburum bilemezsin Adını mıh üzere aklımda tutuyorum Büyüdükçe büyüyor gözlerin Ben sana mecburum bilemezsin İçimi seninle ısıtıyorum.
Ağaçlar sonbahara hazırlanıyor Bu kent o eski İstanbul mudur Karanlıkta bulutlar parçalanıyor Sokak lambaları birden yanıyor Kaldırımlarda yağmur kokusu Ben sana mecburum sen mahrum.
Sevmek kimi vakit rezilce kaygılıdır İnsan bir akşam üstü apansız yorulur Tutsak ustura ağzında yaşamaktan Kimi vakit ellerini kırar tutkusu Bir kaç hayat çıkarır yaşamasından Hangi kapıyı çalsa kimi vakit Arkasında yalnızlığın hınzır uğultusu
Fatih’te fakir bir gramofon çalıyor Eski vakitlerden bir cuma çalıyor Durup köşe başında deliksiz dinlesem Sana kullanılmamış bir gök getirsem Haftalar ellerimde ufalanıyor Ne yapsam ne tutsam nereye gitsem Ben sana mecburum sen mahrum.
Belki haziran da mavi benekli çocuksun Ah seni bilmiyor kimseler bilmiyor Bir şilep sızıyor ıssız gözlerinden Belki Yeşilköy’de uçağa biniyorsun Bütün ıslanmışsın tüylerin ürperiyor Belki körsün kırılmışsın telaş içindesin Kötü rüzgar saçlarını götürüyor
Ne vakit bir yaşamak düşünsem Bu kurtlar sofrasında tahminen sıkıntı Ayıpsız ama ellerimizi kirletmeden Ne vakit bir yaşamak düşünsem Sus deyip isminle başlıyorum İçim sıra kımıldıyor saklı denizlerin Hayır öteki türlü olmayacak Ben sana mecburum bilemezsin.
13. Beklenen – Necip Fazıl Kısakürek
Ne hasta bekler sabahı,
Ne taze ölüyü mezar,
Ne de şeytan bir günahı,
Seni beklediğim kadar.
Geçti, istemem gelmeni,
Yokluğunda buldum seni;
Bırak vehmimde gölgeni,
Gelme, artık neye fayda?..
14. Ömür Hanımla Güz Konuşmaları – Şükrü Erbaş
…Ve güz geldi Ömür hanım. Dünya aydınlık sabahlarını yitiriyor yol yordam. İnsanın içini karartan bulutların seferi var göğün maviliğinde. Yağmur ha yağdı ha yağacak. İncecik bir çisenti yokluyor boşluğunu insan yüreğinin. Hüznün bütün şartları hazır. Nedenini bilmediğim bir sıkıntı akıyor damarlarımdan. Kalbimin üstünde binlerce bıçak ağzı… ve yüzüm ömrümün atlası; düzlükleri bunaltı, yükseklikleri dehşet, uçurumları yıkıntılarımla dolu bir engebeler atlası. Yaşamak bir can kasveti mıdır Ömür hanım?
Her şeyi uygun yanından görmeyi kim öğretti bize? Acıyı görmeyen insan, ümitsizliği yaşamayan, iliklerine dek kederin işleyip yaralamadığı bir insan, memnunluktan, umuttan, sevinçten ne anlar? Göğü görmeden, denizi görmeden maviyi anlamaya benzemez mi bu? Bir güz düşünün ki Ömür hanım, ilkyazı olmamış, yazı yaşanmamış, bu türlü bir güzün hüznü hüzün müdür? Başlamanın bir manası varsa bitişi göze almak, bitişin bir manası varsa başlangıcı olmak değil midir? Ömrü düz bir çizgide tutmak tükenmektir. Yaşamak zorunda olduğumuz şunca yılı ters uçlar ortasında gezdirip geçirmedikçe, alışkanlıkların sınırlarını aşmadıkça vakit zaman, yaşamak nasıl yenilik olur tükenmek değil de?
Yağmur yağıyor Ömür hanım…gökten değil, yüreğimin boşluğundan ömrümün ıssız toprağına…Ve ben sonsuz bir düzlükte bir küçücük, bir silik nokta üzere eriyip gidiyorum. Seslensem kim duyar sesimi yalnızlıklar katından?
Dönelim…Dönmek yenilmektir biraz da, yarım kalmasıdır çıkışlarımızın, korkaklıktır, alışkanlıkların güvenli küflü kabuklarına sığınmaktır…Olsun dönelim biz yeniden de. Bilincinde olmadan üstlendiğimiz sorumluluklarımız var. Konutlara dönelim, sırtımızın kamburu evlere, cılızlığımızın görkemli korunaklarına, yalnızlığımızın kalelerine dönelim. Ölçüsüz yaşamak bize nazaran değil Ömür hanım. Büyürken geniş ufuklarımız olmadı bizim. Küçücük avuçlarımızla sonlarımızı genişletmek istedikçe hayatın binlerce engeli yığıldı önümüze. Hangi birini yenebilirdik bu kadar olanaksızlık içinde. Umutsuzluğu tanıdık, yenilgiyi öğrendik böylelikle.
Yaşama sevinci ismine bir tutamağım kalmadı Ömür hanım. Bir garip boşlukta çiviliyim günlerdir gözbebeklerimden. Sahi nedir ömrün manası? Geriye dönüyorum sık sık yanıt aramak ismine, yüreğimin silik izler bırakıp, ağır yükler aldığı vaktin derin denizlerine. Bakıyorum umut karamsarlığın, sevinç acının azıcık soluk almasından öbür ne ki? Ömürse gerçekle düşün umutsuz bir savaşı, her şeyi içine alan kocaman bir yanılsama… Değil mi yoksa?
Öyle büyük umutlarım olmadı benim, büyük düşlerim, hasretlerim, büyük beklentilerim olmadı. Şartlarım beni oluşturdu ben acılarımı buldum. Herkes üzere yaşasaydım şayet, hayatı onlar üzere görebilseydim çarşılar yeterdi avutmaya beni. Bir gömlek, bir ayakkabı, bir elbise; bir yemek lokantalarda; televizyon, halı, masa ve daha birçok eşya yeterdi yalnızlığı örtmeye, kendimi göstermeye, varolmaya, ‘dar etraf yitikleri’nde ehemmiyet kazanmaya…
Oysa ben bir akşamüzeri oturup turuncu bir yangının eteklerine, yüreği avuçlarımda atan bir can yoldaşıyla dünyayı ve kendimi tüketmek isterdim. O denli bir tüketmek ki, sonucu orijinal bir ‘ben’e ulaştırırdı beni, kederli dalgınlığımdan her döndüğümde…Bir ben ki tüm alakaların perde ardını görür de gülerdim sessizce yapay yakınlıklarına insanların. Kim kimi ne kadar anlayabilir Ömür hanım?
Susmak yalnızlığın ana lisanıdır, Ömür hanım, şiiridir, beni konuşmaya zorlama ne olur. Kelamın sularını tükettim ben, kaynağını kuruttum. Geriye bir büyük sessizlik kaldı yüreğimde, kalabalıklar, kalabalıklar kadar büyük…Yalnızım Ömür hanım, geceler uzunluğu akıp giden ırmaklar üzere karanlıklar içre, o denli yitik, o denli üzgün, yalnızım…Sularım toprağa sızıyor bak. Yüzümü geceler örtüyor. Binlerce taş saklanıyor içimde. Kim kimin derinliğini görebilir, hem hangi gözle?
Kendilerinin olan tek sözcük yok dillerinde, o denli çok konuşuyorlar ki…Bir kelam insanın neresinden doğar dersiniz? Lisanından mi, yüreğinden mi, aklından mı? Düşlerinden mi yoksa gerçeğinden mi? Ve kaç kapıdan geçip yerini bulur bir diğer beşerde? Yerini bulur mu hakikaten? Kelamı yasaklamalı Ömür hanım yasaklamalı…Kimsenin kimseyi anlamadığı bir dünyada kelam boşluğu dövmekten diğer ne işe yarıyor ki? İmkanı olsa da insanların yürekleri konuşabilseydi lisanları yerine, her şey daha palavrasız, daha içten olurdu. Aklı silmeli diyorum insan alakalarından. Yanılıyor muyum? Olsun. Yanıldığımı biliyorum ya…
Yeni bir şeyler söyle bana ne olur, yeni bir şeyler. Kurşun aktı kulaklarıma daima birebir kelamları, tıpkı sesleri duymaktan. Belirsizlik hoştur, de örneğin, mutlaklık berbat. Sessizlik sesten -hele de aktüel ve kof- her zaman iyidir; düş gücü, iç zenginliği verir beşere. Dünyanın adap tarz ağaran o puslu sabahları ve günün turuncu tülleriyle örtünen dingin akşamları bu yüzden etkiler bizi, duygulandırır, de. Anlık izlenimler daima görünümlerden her zaman daha güçlü, kalıcı ömürlüdür…Alışkanlıklar öldürür güzelliğimizi, bizi değişmek çirkinleştirir de.
Kimse düşlerine yetişemez ve kimse geçemez gerçeğini bir adım bile; bu yüzden ıstırap verir vakit, kısa kalır, sonsuz olur, insanın küçücük ömrünün karşısında. İstemenin kuralı yoktur, de, açıklaması sonu hatası yoktur; istemek ömrün resen sonucudur, ne haklı ne haksız, ne yerinde ne yersiz…
Biz hepimiz dikenli tellerle sarılıyız, her ilgide bir kesimimiz kalır ve bölüne bölüne biteriz de. En büyük hünerimiz kendimize karşı olmak, karşıt yaşamaktır, acı kaynaklarımızı ellerimizle yaratarak…Kıyılarımız hislerimizin uzunluğunda, derinliğimiz aklımızın ölçüsündedir; ufuklarımızsa sisler içinde…O kıyısız gökyüzü nasıl sığar küçücük gözlerimize, bir bardak suya, demirli bir pencereye…Nasıl gizleriz ağız dil vermez bir geceye? Ve nedir ki gizi, daraldığımız her yerde bir genişlik duygusu verir içimize. Çözemeyiz, de, bu güdük şuur, bu sığ yürek, bu ezbere hayatla.
Dünya bir testidir, de, Ömür hanım, ömür bir su…Sızar iğneucu gözeneklerinden vaktin, bir içim serinlik bir yudum memnunluk için. Ve bir gün mevtin balkonundan…dökülür toprağa el içi kadar bir su. Yerde birkaç damla nem, bir avuç ıslaklık…Ölümü bilerek nasıl yaşar insan, geride dünyanın kalacağını bilerek nasıl ölür; bilmek bütün acıların anasıdır, de…
Sars aklımın cılız ayaklarını, kuşat beni. Değişik şeyler söyle ne olur, yeni bir şeyler söyle. Yıldım ömrümün kalıplarından. Beni duy ve anla. Yağmur dindi Ömür hanım. Gökyüzü masmavi gülümsedi tekrar. Tabiat birebir oyununu oynuyor bizimle. Umudun ucunu gösteriyor usulca, iyimserliğin ışığını süzüyor mavi atlasından. Ne aldanış! Bulutların rengi mavi-beyaz mıdır, kurşuni-külrengi mi yoksa?
Gökyüzünü öpmek isterdim Ömür hanım, gözlerimle değil dudaklarımla. Yoruldum bulutları kirpiklerimde taşımaktan. Delilik mi dedin? Kim bilir…Belki de yerde sürünmenin bir reaksiyonudur bu, ya da ne bileyim bilinçsiz bir karşıt olmak duygusu. Gökyüzü de olmak isteyebilirdim değil mi? Kim ne diyebilir ki?
Kimseler görmedi Ömür hanım, bu dünyadan ben geçtim. İçimde umudun kırk kilitli sandıkları, elimde bir avuç düş ölüsü yüreğim -içinde senin ve benim ağırlığım- benim olmayan bir garip gülümsemeyle yüzümde, incelik ismine,ben geçtim…Yerini bulmamış bir içtenlik, yanılmış bir saygı ve bir hüzün eğrisi olarak bağlantıların gergefinde, ördüm ömrümün dokusunu ilmek ilmek. Beni cam kırıklarıyla anımsasın beşerler, savrulan bir yaprak hüznü ve dağınıklığı ile… Yükümü yanlış bedestanlara çözdüm.
Ezilmiş bir gül hüznü var yüreğimde. Saatlerce dayak yemiş bir sanığın çözülmesi içindeyim. Ürperiyorum. Bir at kestanesi durmadan yaprak döküyor yalnızlığın sokaklarında, örtüyor ömrümün ilk yazını. İçimde bir çocuk, yalın ayak koşuyor yaşlılığa yanlışsız, binlerce kez yenilmiş umut ölülerini çiğneyerek. Sahi yaşlılık, derin bir iç çekiş, yanılmış bir çocukluk olmasın Ömür hanım?
15. Yerçekimli Karanfil – Edip Cansever
Biliyor musun az az yaşıyorsun içimde
Oysaki seninle hoş olmak var Örneğin rakı içiyoruz, içimize bir karanfil düşüyor gibi Bir ağaç işliyor tıkır tıkır yanımızda Midemdi aklımdı şu kadarcık kalıyor.
Sen karanfile eğilimlisin, alıp sana veriyorum işte Sen de bir diğerine veriyorsun daha güzel O diğeri yok mu bir yanındakine veriyor Derken karanfil elden ele.
Görüyorsun ya bir sevdayı büyütüyoruz seninle Sana değiniyorum, sana ısınıyorum, bu o değil Bak nasıl, beyaza keser gibisine yedi renk Birleşiyoruz sessizce.
16. Göğe Bakma Durağı – Turgut Uyar
İkimiz birden sevinebiliriz göğe bakalım Şu kaçamak ışıklardan şu şeker kamışlarından Bebe dişlerinden güneşlerden yaban otlarından Durmadan harcadığım şu gözlerimi al kurtar Şu aranıp duran korkak ellerimi tut Bu konutları atla bu konutları de bunları da Göğe bakalım
Falanca durağa artık geliriz göğe bakalım İnecek var deriz otobüs durur ineriz Bu karanlık bu türlü yeterli afferin Tanrıya Herkes uyusun uygun oluyor hoşlanıyorum Hırsızlar polisler açlar toklar uyusun Herkes uyusun bir seni uyutmam birde ben uyumam Herkes yokken biz oluruz biz uyumıyalım Nasıl olsa sarhoşuz nasıl olsa öpüşürüz sokaklarda Beni bırak göğe bakalım
Senin bu ellerinde ne var bilmiyorum göğe bakalım Tuttukca güçleniyorum kalabalık oluyorum Bu senin eski vakit gözlerin yalnız üzere ağaçlar üzere Sularım ısınsın diye bakıyorum ısınıyor Seni aldım bu sunturlu yere getirdim Sayısız penceren vardı bir bir kapattım Bana dönesin diye bir bir kapattım Şimdi otobüs gelir biner gideriz Dönmiyeceğimiz bir yer beğen öteki türlüsü güç Bir ellerin bir ellerim kâfi belliyelim yetsin Seni aldım bana ayırdım durma kendini hatırlat Durma kendini hatırlat Durma göğe bakalım
17. İstanbul’u Dinliyorum – Orhan Veli
İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı Önce hafifçe bir rüzgar esiyor; Yavaş yavaş sallanıyor Yapraklar, ağaçlarda; Uzaklarda, çok uzaklarda, Sucuların hiç durmayan çıngırakları İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı.
İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı; Kuşlar geçiyor, derken; Yükseklerden, sürü sürü, çığlık çığlık. Ağlar çekiliyor dalyanlarda; Bir bayanın suya değiyor ayakları; İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı.
İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı; Serin serin Kapalıçarşı Cıvıl cıvıl Mahmutpaşa Güvercin dolu avlular Çekiç sesleri geliyor doklardan Güzelim bahar rüzgarında ter kokuları; İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı.
İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı; Başımda eski alemlerin sarhoşluğu Loş kayıkhaneleriyle bir yalı; Dinmiş lodosların uğultusu içinde İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı.
İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı; Bir yosma geçiyor kaldırımdan; Küfürler, müzikler, türküler, laf atmalar. Birşey düşüyor elinden yere; Bir gül olmalı; İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı.
İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı; Bir kuş çırpınıyor eteklerinde; Alnın sıcak mı, değil mi, biliyorum; Dudakların ıslak mı, değil mi, biliyorum; Beyaz bir ay doğuyor fıstıkların arkasından Kalbinin vuruşundan anlıyorum; İstanbul’u dinliyorum.
18. Hasretinden Prangalar Eskittim – Ahmed Arif
Seni, anlatabilmek seni. Âlâ çocuklara, kahramanlara. Seni anlatabilmek seni, Namussuza, halden bilmeze, Kahpe palavraya.
Ard- arda kaç zemheri, Kurt uyur, kuş uyur, zindan uyurdu. Dışarda gürül- gürül akan bir dünya… Bir ben uyumadım, Kaç leylim bahar, Hasretinden prangalar eskittim. Saçlarına kan gülleri takayım, Bir o yana Bir bu yana…
Seni bağırabilsem seni, Tabansız kuyulara, Akan yıldıza, Bir kibrit çöpüne varana, Okyanusun en ıssız dalgasına Düşmüş bir kibrit çöpüne.
Yitirmiş tılsımını birinci sevmelerin, Yitirmiş öpücükleri, Hissesi yok, apansız inen akşamlardan, Bir kadeh, bir cıgara, dalıp gidene, Seni anlatabilsem seni… Yokluğun, Cehennemin öbür adıdır Üşüyorum, kapama gözlerini.. .
19. Yağmur – Tevfik Fikret
Küçük, muttarid, muhteriz darbeler Kafeslerde, camlarda pür ihtizaz Olur dembedem nevha-ger, nagme-saz Kafeslerde, camlarda pür ihtizaz Küçük, muttarid, muhteriz darbeler…
Sokaklarda seylabeler ağlaşır Ufuk yaklaşır, yaklaşır, yaklaşır;
Bulutlar karardıkça zerrata bir Ağır, muhtazır dalgalanmak gelir;
Bürür bir soğuk, gölge etrafı daima, Numayan olur gündüzün nısf-ı şeb.
Söner artık, manzur olurken demin Hayulası karşımda bir alemin.
Açılmaz ne bir yüz, ne bir pencere; Bakıldıkça vahşet çöker yerlere.
Geçer boş sokaktan, hayalet üzere, Şitaban u puşide-ser bir sabi;
O dem leyl-i yadımda, solgun, tebah, Surur bir bayan bir rıda-yı siyah
Saçaklarda kuşlar -hazindir bu pek! – Susarlar, uzaktan ulur bir köpek.
Öter guş-ı ruhumda boş bir enin, Boğuk bir tezad-ı sukun u tanın;
Küçük, pür heves, gevherin katreler Sokaklarda, damlarda pür ihtizaz Olur muttasıl nevha-ger, nağme-saz Sokaklarda, damlarda pür ihtizaz Küçük, pür heves, gevherin katreler…
20. Kuğu Ezgisi – Nilgün Marmara
Kuğuların mevt öncesi ezgileri şiirlerim, Yalpalayan hayatımın kara çarşaflı bekçi gizleri.
Ne vakittir ertelediğim her acı, Çıt çıkarıyor artık, başlıyor yeni bir ezgi, -bu şiir – Sendelerken ömrüm ve bilinmez taraflarım, Dost kalmak zorunda bana ve sizlere!
Çünkü saldırgan olandan kopmuştur o, uykusunu bölen derin dilekten. Büyüsünü bir içtenlikten alırsa Kendi saf şiddetini yaşar artık, -bu şiir – Kuramadığım hoşlukların sessiz görünümü, ulaşılamayanın boyun eğen yansısı, Sevda ile seslenir siz lere!
21. Gazel (Beni Candan Usandırdı) – Fuzûlî
Beni candan usandırdı cefâdan yâr usanmaz mı? Felekler yandı âhımdan murâdım şem’i yanmaz mı?
Kamu bîmârına cânan devâ-yı derd eder ihsan, Niçin kılmaz bana derman beni bîmâr sanmaz mı?
Şeb-i hicran yanar cânım töker kan çeşm-i giryânım, Uyarır halkı efgaanım kara bahtım uyanmaz mı?
Gül-i ruhsârına karşu gözümden kanlı akar su, Habîbim fasl-ı güldür bu akar sular bulanmaz mı?
Gamım pinhan dutardım ben dediler yâre kıl rûşen Disem ol bi-vefâ bilmem inanır mı inanmaz mı?
Değilim ben sana mâil sen ettin aklımı zâil. Bana ta’neyleyen gaafil seni görgeç utanmaz mı?
Fuzûlî rind-i şeydâdır hemişe halka rüsvâdır, Sorun kim bu ne sevdâdır bu sevdâdan usanmaz mı?
22. Siz Aşktan N’anlarsınız Bayım – Didem Madak
Çok şey öğrendim geçen üç yıl boyunca Alt katında uyumayı bir ranzanın Üst katında çocukluğum… Kâğıttan gemiler yaptım kalbimden Ki hiçbiri karşıya ulaşmazdı. Aşk diyorsunuz, limanı olanın aşkı olmaz ki bayım!
Allah’la samimi oldum geçen üç yıl boyunca Havı dökülmüş yerlerine yüzümün Büyük bir aşk yamadım Hayır Yüzüme parıltı inmedi, yüzüm ziyaya indi bayım Gözyaşlarım bitse tesbih tanelerim vardı Tesbih tanelerim bitse gözyaşlarım… Saydım, insanın doksan dokuz tane yalnızlığı vardı. Aşk diyorsunuz ya Ben istemenin Allahını bilirim bayım!
Çok şey öğrendim geçen üç yıl boyunca Balkona yorgun çamaşırlar asmay Ki uçlarından sıkıntı damlardı. Güneşte nane kurutmayı</stro