enflasyonemeklilikötvdövizakpchpmhp
DOLAR
32,5855
EURO
34,7974
ALTIN
2.507,93
BIST
9.693,46
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul
Yağmurlu
13°C
İstanbul
13°C
Yağmurlu
Cumartesi Parçalı Bulutlu
19°C
Pazar Az Bulutlu
21°C
Pazartesi Az Bulutlu
21°C
Salı Az Bulutlu
23°C

‘Ayasofya Ekseninde Süleymaniye Camii’nin İstikameti’

Yüksek Mimar Muharrem Hilmi Şenalp, Fatih Belediyesi’nin kültür, sanat ve hayat mecmuası Yeditepe’nin son sayısında, “Ayasofya Ekseninde …

‘Ayasofya Ekseninde Süleymaniye Camii’nin İstikameti’
24/06/2021 20:11
276
A+
A-

Yüksek Mimar Muharrem Hilmi Şenalp, Fatih Belediyesi’nin kültür, sanat ve hayat mecmuası Yeditepe’nin son sayısında, “Ayasofya Ekseninde Süleymaniye Camii’nin İstikameti” başlıklı diklkat cazip bir bir makale kaleme aldı.

İşte Muharrem Hilmi Şenalp’in makalesi;

Dünya’nın hala ayakta olup kullanılan en eski yapılarından olan “Ayasofya” “ilâhi hikmet, kudsî hikmet” mânâsında bir sözdür. Fetihten sonra bu kudsî mâbede nasıl bakılmış, müslüman irfânı tarafından rivâyetlerle, efsânelerle yahut farklı yaklaşımlarla nasıl yorumlanmış? Burada temel mes’ele târih ilminin dokümanlı hakîkatlerinden çok, birçok kaynakta zikredildiği üzere, müslüman idrak ve şuûrunun bu kudsî ve kadim yapıyı nasıl anlayıp, kendi kültürüne temellük ettiği konusudur. Ayasofya, müslüman idrâkinde hiçbir vakit yalnızca muharref (tahrif olmuş, bozulmuş) bir dînin mâbedi, olarak kabul edilmemiş, “Allah indinde din İslâmdır. Âli-İmrân 19” âyetinin şumûlüyle, Hz. Âdem (as)’dan Hz. Muhammed Mustafa (sav)’e kadar kesintisiz devam eden ve bütün peygamberlerin dâhil olduğu ekmel bir dînin kudsî bir mâbedi olarak telâkki edilmiştir.

Ayasofya; Müslüman kabulüne nazaran Hz. Süleyman (as)’ın birinci inşâsından itibâren, tevhid üzre ibâdet edilen bir mâbed kabul edildiğinden, çeşitli zamanlardaki inşâları da daima Hz. Hızır ile irtibatlandırılmıştır. “Ve binâ-yı mübarek nihâdın binâ-yı bünyâdı teberrüken ve teyemmünen Enbiyâ-i izâmın (büyük peygamberlerin) izâm-ı azametinden becâ becâ (uygun yerlerde) esna-yı binaya (bina inşaatı sırasında) konulmuştur. Bu sebebden ol makam-ı vâlâ Kâbe-i Ulyâ sıfat harem-i saygıdeğerdir, ki ehâli-yi merzbûm (hududu belirli olan memleketin ahalisi) ana Kâbe-i Rûm demişler. İptida-yı binâdan intihaya varıncaya kadar Hazret-i Hızır Aleyhi’s Selâm ol binâ-yı mübâreki bünyâd üzre def’ât (defalarca)ile gelib görünmüştür. Ve her görünüşünde câme-i hadrâsın (yeşil elbisesin)bürünmüşdür.

            Beyit:            Ey cümle-i mescitlere sultan Ayasofya

                                   Vey Kâbe sıfat cemile bercan Ayasofya” 1

                                                     (cemile bercan: hoşlukta biricik.)

Justinyanus’un Ayasofya’nın açılışı sırasında sarfettiği rivâyet edilen “Ey Süleyman, seni geçtim.” kelamının Kudüs’teki Süleyman Mâbedi için değil de Hz. Süleyman’ın bugünkü Ayasofya yerinde inşa ettirdiği birinci büyük mâbed için söylendiğine dâir rivâyetler vardır. 

Evliyâ Çelebi Seyahatnâmesi’nin İstanbul’u anlattığı kısmında Ayasofya’dan bahisle Hz. Süleyman (as) ve Hz. Hızır ile olan irtibâtını şöyle söz eder:

“Evvelâ müverrihîn-i selef-i Yunaniyân’dan Tevârih-i Yanıvan kavli üzre ibtidâ Hazret-i Süleymân dâr-ı dünyâyı devrân ve seyrân iderek buyruğuna râm olan bâd-ı sabâ sür’at-i serîr-i Süleymani İslambol tabanında Sarâyburnı’nda kar’ar idüp anda bir mâ’bedhâne inşâ eyledi. Ba’dehü hubût-ı Adem’den (Adem’in dünyaya gelişinden) sonra beş bin elli iki yılı ubûr idüp (geçip) Yanko b.  Madyan’ın nebîresinden Vezondon nâm bir kral hemân zuhûr idüp İslâmbol’ı yedinci kerresinde anlar dahi îmar idüp cihân-ârâ bir pâdişâh-ı zîşân (şanlı padişah olan) Fezandon’un bir duhteri pâkize ahteri (kızı)Mâkedonya kentlerinden Sofya kentinde mütevellide olmağla (doğmakla) ismine Ayasofya dirlerdi. Babasının İslâmbol kal’asının cânib-i erba’asın (dört bir tarafının)müceddeden (yeniden) bina itdiğin istimâ idince (duyunca) iki bin milyon hazîne ile babası Fezondon’a gelüp Hazret-i Süleymân’ın ‘ibâdethânesin tevsi itmeğe (genişletmeye) mübâşeret idüp bezl-i mâl iderken Hazret-i Hızır gelüp “Bu câmî’in cemi-î mühimmât u levâzımât masârafın benden alın ve bu resme bir câmi bina idin” diyü Ayasofya’nın vaz-ı aslın ta’lîm idüp…” der.

ovfrz 1624551935 6336

Ayasofya’nın Hz. Hızır ile olan irtibâtı, Evliyâ Çelebi’den çok evvel, meşhur Tezkîreci Lâtîfi, Hz. Peygamber tarafından müjdelenen, İstanbul’un fethinden 70 yıl sonra, Hicri 931 – Miladi 1524-25 tarihinde kaleme aldığı Evsâf-ı İstanbul4 adlı yapıtında; Ayasofya’dan bahisle; “Hususa ol mâbed-i ea’zam ve câmi-i muazzam ki Ayasofya-i Safiyye’dir. Şeref-i tavâf-ı ehl-i safâ ile vilâyet-i Rûm’da Kâbe-i ulya-sıfat maksad-ı aksâ-yı evliyâ ve etkiyâdır” diye tarifleyerek, “Beytü’l-mâmur ve kubbe-i refi’a-ı vesi’a ile sakf-ı merfu’a dönüp, her cânibi cami-i ceberut üzere mecmu’a-ı kudsiyân ve mülk-i melekût sıfat kerrûbiyandır” diye yüceltir ve hâlen “Her kûşesi zikrullah ve her bûk’ası ehlullah” diye yadeder. “Ve binâ-yı mezbûrun ism ü fotoğrafın âlem-i gaybdan (gayb âleminden) ve peykerhane-i lâreyibden (şüphe edilmeyen sûretler âlemi) Hazret-i Hızır getürmiştir. Ve nâm-ı nâmisin ol hazret vermiştir.” 5 denilerek bu ulu mâbedi yaptıranın “Ehl-i Konstantin’den… bir mîr-i İsevi mezheb ve hidiv-i müslih…”6 olduğunu aktararak Ayasofya’nın baştan beri bir İslâm mâbedi addolunduğunu söz eder. Bunlarla birlikte farklı kaynaklarda Ayasofya’yla alâkalı, fetihten evvel ve sonrasına ilişkin çok değişik bahislerde birçok efsâne, öykü, menkîbe ve rivâyetler zikredilmektedir.

XHlGA 1624551987 6663

Bunlardan alâkalı olanlarını, Evliya Çelebi’nin anlatımıyla zikredelim: Peygamber Efendimiz (sav)’in dünyâya geldiği gece, Ayasofya kubbelerinin kısmî olarak yıkılması üzerine meydana gelen hâdiseler şöyle söz edilir: “…Tâ bu mertebe ma’mûr oldı kim Millet-i Nasârâ’nın (Hristiyanların) bilâ-teşbih Kâ’beleri idi. İskender vefâtından 882 sene sonra Hâtemül-enbiyâ Muhammedü’l-Mustafâ mâh-ı Rebî’ü’l-evvel’in onikinci isneyn gicesi rahm-ı mâderden sa’âdetle müştak olup dünyâya kadem basup âlemi münevver kıldığı mevsim-i Nisan’ın yigirmisi idi. Hikmet-i Hudâ ol leyle-i mübârekde cemî’ kâfiristân içre bir zelzele-i ‘azim (şiddetli bir deprem) olup Bağdâd’da tâk-i Kisrâ ve kubbe-i Kızıl Elma ve kubbe-i Ayasofya-yı bâlâ münhedim olup (yıkılıp) cümle âteş-gedâ-yı Nemrûd u Merdûd sönüp kaç alâmetler zuhur itdiğinden bildiler kim Muhammed dünyâya geldi didiler.” 8

Efendimizin doğduğu gece kubbenin kıble tarafının yıkılması ve tekraren inşa edilip tekrar yıkılması üzerine, Hz. Hızır’ın tavsiye ettiği tahlil şöyle anlatılır: “…İslâmbol tarafında Ayasofya kubbesinin kıble tarafında nısfı (yarısı) münhedim olup (yıkılıp) nice kerre binâ itdiler aslâ mümkin olup ta’mîr ve termîme bir deva olmayup münhedim olurdı. Âhir Hazret-i Hızır bir şeyh-zâl (aksakallı bir ihtiyar) sûretinde cümle ruhbâna görinüp eydür “Eğer bu câmi’in kubbesin meremmât (tâmir) idelim derseniz, artık zuhûr iden âhir vakit Muhammed’ine varın ağzı yârından (ağız suyundan) yâr alup âb-ı zemzem ile mahlût idüp bunda kirece ağzı yârin halt idüp (karıştırıp) ba’dehü kubbeyi ta’mîr idin. Yohsa gayra ilac yokdur” diyü cevâb idüp gâ’ib oldı. Ruhbânlar bildiler kim Hazret-i Hızır’dır.”

Vbs0G 1624552003 7108

Hızır Aleyhisselam’ın tavsiyesi üzerine ruhbanlar, Efendimiz (sav)’in mübârek ağız suyu ile Mekke toprağı ve zemzem temin etmek için Mekke’ye sarfiyatlar. Mekke’de Efendimiz (sav)’le görüşürler. Evliya Çelebi, ruhbanların İstanbul’a dönüşünden sonra tâmiratta nasıl başarılı olunduğunu şöyle tabir eder: “…Andan tekrar cümle ruhbânlar eyitdiler (söylediler) “Yâ Muhammed sen dünyâya geldiğin gice bizim Kostantıniyye’de Ayasofya nâm bir deyrimizin (kilisemizin) kıblesi tarafı münhedim oldı. Bir kaç kerre binâ itdik temel tutmadı. Mübârek ağzın yârından bu cevâhir kumkuma (kap, küçük testi, çömlek)içre biraz ilkâ eyle kirece karışdurup mabedhânemizi tâ’mir idelim ola kim bir karâr ola” diyü recâ itdiler. Derhâl recâları hayyiz-i kabulde vakî olup Hazret-i Risâlet hokka içre mübârek ağzı yârından ilka idüp kâim ve dâim olup ümmetlerime âhırunda (sonunda)Beldetü’n Tayyibe olup ‘ibâdethâne-i müslimîn ola diyu rumuz u künûz ile hayr du’a idüp Hikmet-i Huda lafzı âhırûnda Beldetü’n Tayyibe İslâmbol fethine târîh vâkı olmışdır.10 “…Andan ruhbânlar bu yâr-ı şerîf ile mesrur u şâdân olup kumkuma içre ab-ı zemzem doldurup ve yetmiş deve yükü Mekke-i Mükerreme hâkinden (toprağından) tahmîl idüp (yükleyip) ve yetmiş deve bârı (yükü) dahi ab-ı zemzemden tulumlara leb-berleb idüp andan ılgar ile İslâmbol’a gelüp ‘ale’t-ta’cil (acele ile) Ayasofya kubesinin ta’mîr u terîmime mübaşeret idüp kireç ile yâr-ı şerîfi ve yetmiş deve yükü âb-ı zemzemi ve Mekke tûrâbın (toprağın) mahlût idüp (karıştırıp) binâ itdiklerinde bi-emri’llâhi Te’âla (Allah’ın buyruğu ile) tamâm metânat üzre itmâm itdiler. Hâlâ yâr-ı Resûl ile binâ olunan cây-ı ma’hûd kubbenin kıble tarafında otuz iki münakkaş terk-i cedîd râyegândır.”

kbY8G 1624552021 8007

İstanbul’un fethinden sonra Fâtih’in bu târihi hâdiseye remz olması için kubbeye bir altın top astırdığı da şöyle tabir edilir: “…Ba’de’l-feth (fetihten sonra) Ebü’l-feth (Fâtih Sultan Mehmed) bu kubbe Hazret-i Risâletin ağzı yârıyla kâim oldı diyü tâ kubbe-i âlinin (yüce kubbenin) ortasına bir zencir ile teberrüken bir altun top asmışdır kim elli kîle-i Rûmî buğday alır bir küçük top-ı müzehebdir. Tâ câmi’in ortasında bir âdem desti (eli) irer âlidir. Hazret-i Hızır mezkûr topun altında ibâdet ider.”

4VUoG 1624552036 915

Altın topun bulunduğu bu nokta “Makam-ı Hızır” olarak isimlendirilir: “…Tâ kubbenin ortasındaki altun top altında makâm-ı Hızır’dır. Çünkü ol kubbe-i münevver (nurlu kubbe)Hazret-i Risâlet’in mübârek ağzı yârıyla nizâm-ı intizâm bulmışdır. Birçok bin e’izze-i kirâmdan kimesneler Hızır ile bu makâm-ı şerifde müşerref oldukları kerrât ile (defalarca)müsbet olmışdır (doğrulanmıştır).”

uw7Rk 1624552048 716

Ayasofya hakkındaki rivâyetler Hz. Peygamber (sav) ve Hz. Hızır ile hudutlu olmayıp, içerisinde Nuh’un gemisinden de emanetler olduğu şöyle anlatılır: “…Vezondon Kral asrında kızı Ayasofya, Ayasofya’yı binâ iderken Hazret-i Hızır’ın tâ’limiyle Nûh Nebî keştisinin (gemisinin) tahtaların getürüp bu câm’-i şerifin cümle bâbların (kapıların) ol levhalardan inşâ itmişlerdir.” 

3OsCd 1624552059 7955

İstanbul’da, fetihten sonra yavaş yavaş şekillenen İslâm kenti ve hayatı; mimari, siyasi ve içtimai açıdan farklı bir kimliğe bürünmeye başlar. Büyük İstanbul Tarihi’nde “İstanbul’un Hilâfet Merkezi Olarak İnşâsı” kısmını yazan İsmail Kara, Fetihten sonra şekillenen İstanbul’a bakışı şu satırlarla özetler: “…Hilafetin fiilî olarak Osmanlılara geçişi, tarih olarak daha sonraki bir vakitte vuku bulsa da Fatih Sultan Mehmed’in orduları, Müslüman maşerî vicdanı için sahabe zamanından itibaren bir tıp “Kızılelma” hâline gelen Kostantiniye’yi, nefs-i İstanbul’u, suriçini fethettikleri vakit, tarihin akışı burasını hilafet merkezi olmaya zati zorluyordu.”

Atw27 1624552075 1146

“…Müslümanların gözünde İstanbul’u fethetmek, kültürel olarak Hz. Peygamber’in direkt işaret ettiği yegâne uzak/nihai ufka ulaşmak manasına geliyordu. Bundan kuşku ve tereddüt yoktu. Birinci halifelerden itibaren İslam ordularının, o periyotların kaideleri içinde çok lakin çok uzak bir arada olan ve yakın tehdit özelliği taşımayan bu toprak kesimine yanlışsız harekete geçmiş olmalarını anlamak ve açıklamak öteki türlü mümkün olamaz. Bu kesin ufku fetheden sultanın halife yani bütün Müslümanların manevi ve siyasî imamı/önderi olmasından daha alışılmış ne olabilirdi?”

AbbTC 1624552089 1276

Hz. Peygamber’in işâret ettiği bu ufuk ile, İstanbul’un fethinden çabucak sonra hilâfet müessesinin ihtiva ettiği fiillerin, daha hilâfet İstanbul’a intikal etmeden uygulanabildiğini Osmanlı arşivlerinde bulunan şu evrak açıkça ortaya koyar. Cumhurbaşkanlığı Osmanlı Arşivi’nde (Kilise Defteri, No:8) “Fatih Sultan Mehmed Han Hazretleri’nin Hatt-ı Hümayunları ile sadaka ve ihsan buyurdukları Emr-i Âlişândır” serlevhâsıyla kaydı bulunan; 862 Hicrî – Milâdi 1458 tarihli, Kudüs’deki kutsal yerlerle alâkalı fermanının; daha sonra 1468’de Osmanlı hâkimiyetine girecek olan Konya-Karaman’ın Osmanlı’ya bağlanmasından 10 sene önce Kudüs Rum Patriği Atnasiyos’a verilmesi, İstanbul’un fethinin İslâm âleminde nasıl bir yankı ve te’sirinin olduğunun açık kanıtıdır.

İstanbul’un bir Müslüman kenti olması ve ardından, bir hilâfet merkezine dönüşmesi yaklaşık bir asır sürmüştür. Bu emelle fethin çabucak akabinde ağır bir imar faâliyeti başlar. Fetihten sonraki birinci önemli îmar faaliyeti, Fatih Camii ve Sahn-ı Semân Medreseleri olmuş, Bayezid döneminde Bayezid Camii, daha sonra Yavuz Selim Camii ve nihayet Yasal vaktinde Şehzâde Camii inşâ olunmuştur. Süleymâniye Külliye’sinin 17inşâsına 1550-51 tarihinde başlanılmış, 1557 tarihinde ikmâl edilmiştir. Dünya mimarlık tarihinde bu büyüklük ve teferruatta bir külliyenin 6-7 yıl üzere kısa bir sürede bitirilmesi, nitekim o vakte kadar görülmemiş bir inşâ hadisedir. Bu konu Osmanlı Devleti’nin en kudretli devrinde gerçekleştirilen Süleymâniye Külliyesi’nin değerini farklı istikametten artıran bir husûsiyettir. İstanbul’un “Bilâd-ı Selâse” denilen, Galata, Üsküdar, Eyüb kazâları ile Boğaziçi’nin birçok noktasından görülen, zamanın hem siyâsî ve kültürel azametini söz etmesi bakımından, hem de Türklerin mimarlık alanında ulaştığı seviyeyi aşikâr etmesi bakımından, Süleymâniye Külliyesi, Osmanlı Medeniyeti’nin maddî ve manevî planda gerçekleştirdiği en büyük yapıttır.

Merhum Prof. Dr. Kazım Çeçen hocayla birlikte, Süleymâniye Cami’in su şebekesini, tesislerini ve sistemini araştırmak için kendisiyle bir arada, camiin temellerindeki galerilere inmiştik. Daha sonra, Külliye’nin heyet-i umûmiyesinin bulunduğu mevkîde farklı kotlarda nasıl konumlandığını merâk ederek, eski-yeni hava fotoğraflarını tetkik ettiğimizde hayret verici bir husûsu fark ettik. Câmi, kıble istikâmetinde etrafı dış avluyla târiflenmiş, kıbleye gerçek istikâmetlenen bâriz bir “ok” teşkîl edecek formda vazedilmişti (bkz. plan 1). Câmi’in Halic’e bakan bahçesi, altında sıra dükkânlar bulunan Dar’ülhadis’le birlikte kısmen set üzerindedir. Yani dizaynda bahis konusu “ok” için net bir taban teşkîl edilmek istendiği çok âşikârdır. Kıble aksında bulunan, üç katlı pencereleriyle müstakil bina hüviyetindeki, kavsarası mukarnaslı büyük avlu tackapısı bu yönelişi kuvvetlendirir. Uçağın, hava fotoğrafının, dronun olmadığı bir vakitte böylesine bir şehircilik kararı ve mimari tercih hayret vericiydi. Bu özel dizaynın, nasıl bir zihniyet dünyâsının mahsûlü olabileceği noktası zihnimizi meşgul etti ve araştırmamızı icâbetti. Bu çarpıcı tercih, ayrıntıya indikçe bize çok farklı tedâileri de beraberinde getirdi. Bu mevzuyu birinci kere açtığımız Prof. Dr. Ekmeleddin İhsanoğlu Beyefendi “Medeniyet nokta-i nazarından bu çok önemli bir tesbit, daha evvel hiçbir kaynakta bu türlü bir kayıt zikredilmemiş, lütfen bu mevzuyu bir makâle haline getirin” diye cesâretlendirdiler.

Ayasofya ve Süleymâniye merkezi kubbeli, kıble istikametinde iki yarım kubbeli tıpkı plan biçimine sâhib olmakla birlikte, Ayasofya’da yan galeriler çok yer kapladığı halde, Süleymâniye’de bu kısımlar merkezi plana katılırlar. Böylelikle Mimar Sinan, misal planda, lakin Ayasofya’dan çok farklı bir yer inşa eder. Çok daha merkezi ve gelişmiş bir plan formu olmasına karşın, merkezi ve dört yarım kubbeli Şehzâde Camii’nden 18 sonra inşâ edilen Süleymâniye Câmii’nde tekrar Ayasofya’nın planına dönüş mânidardır. Mimar Sinan’ın bu tasarım tercihi, ısrârı ve hali; Ayasofya’daki ruhun, Süleymâniye’deki maddi ve manevi în’ikas ve temessülü 19 olarak yorumlanabilir.

Medeniyet ve irfan, irfâni telâkki, beşerin tab’ında gizli bir emr-i mechuldür. Kendi hâlinde kişinin hali ve ahlâkı aşikâr olmaz. Hârici dünya ve beşerlerle temasta, onlarla bir ortaya geldiği vakit, mesleği, meşrebi, gayesi, emeli, çeşitli fikirleri ve davranış biçimi meydana çıkar. Hz. Muhammed (sav)’in tevhid davasının, İstanbul’un fethini müjdeleyen hadîsinin, sırât-ı müstakîmin kente damgası mesâbesindeki bu tercih, Fâtih Sultan Mehmed’in Vakfiyesi’ndeki söz ile “… ezanla bir mânâ kazanan ve erdem bahşedilen bu kentin …” Mimar Sinan’ın zihninde nasıl bir kâmil iman ve medeniyet şuuruna dönüştüğünün en bâriz nişânesidir.

Hz. Peygamber (sav) Medine’ye hicretlerinden dokuz ay sonrasına kadar, namazlarını o vakte kadar kıble olan Mescid-i Aksâ’ya yönelerek kılmışlar, kendileri hicretten evvel de istek ettikleri vechile Mekke’de Harem-i Şerif’te namaz kılarlarken, Mescid-i Aksa’ya gerçek, ortaya Kâbe’yi alacak biçimde yönelmişlerdir. Hakikaten; “Hz. Mûsâ da, Kudüs’te Sahra yanında namaz kılacağı vakit, Sahra’yı önünde bulundurarak Kâbe’ye yönelirdi.”20 Hicretten sonra nezd-i ilâhideki mânâya âgâh olduklarından, Kâbe’ye yönelmenin hicran ateşiyle yanarken, Medine’de Mescid-i Kıbleteyn denen mevkîde, namaz esnasında gelen vahiyle, namazda Kâbe’ye dönmüşler, sahâbe ve ümmetini önlerine katıp, arttan öne geçerek, namazı bu türlü ikmâl etmişlerdir. Kıblenin Mescid-i Aksa’dan Kabe’ye döndürülmesi, Musevilikteki “tenzih”, Îsevilikteki “teşbih” sırrını, gelen vahiyle “tevhid-i hakîki” ye 21 icmal, tafsil ve ikmal ederek, bilâhare gerçek kıblenin Kâbe olarak vazedilmesinin ilâhi sırrını bildiklerinden, daima bu dilekte bulunmuşlardır.22 Kadim bir hristiyan kenti olan İstanbul’un dîni ve irfâni istikâmetinin fetihten sonra Kâbe’ye döndürülmesinin numûnesini, devr-i saadetlerinde namazda ümmetine yaşatarak göstermişlerdir.

Kıble Kâbe’yi gösteren istikâmettir, Kâbe ise bütün sâdeliğiyle Cenâb-ı Hakk’ın zât-ı ulûhiyyetinin remzidir. Kâbe, Hak’la “ünsiyeti” olması icâbeden insan’a23 yaradılışının gâye ve sırrını hatırlatan, aslî vatanına yabancılaşmamasını telkîn eden, ilâhi bir hidâyet sembolüdür. Kamışlıktan koparıldığı için ayrılıklardan şikâyet eden “Ney” üzere, nasıl insanın aslı bu dünyaya ilişkin değilse; Kabe’de, tevhîdin ve kudretin derûnî mânâlarıyla yüklü, öte âlemin nişânesi olan kudsî bir yapıdır.

Musevîliğin ve Hristiyanlığın da kudsî yeri olan Mescd-i Aksâ’dan Kabe’ye dönüşün şehircilik ve mîmarî olarak en hoş numunesini teşkil eden bu okun istikâmeti kıbleyi gösterirken, okun 45° açılı kısımlarını oluşturan Dâr’ülhadis (Hadis Medresesi) ile sünnet çerçevesinde bir istikâmeti, okun işaret ettiği aksta camîin kıblesi istikâmetinde, çok çarpıcı bir yaklaşımla planda ve yükseklikte Kâbe ölçülerinde inşâ edilmiş olan,vahyin mahsûlü Kur’ân-ı Kerim’in tedris edildiği yer olan Dâr’ülkurrâ binâsıkonularak, kıble, sırât-ı müstakim ve tevhid ekseni; Sünnet-i Rasûlullah ile Kâbe’ye müteveccih olarak bâriz bir halde vurgulanmıştır. Mimar Sinan Süleymâniye Külliyesi’ndeki bu tercîhini daha sonra Edirne Selimiye Câmii’nde bir öteki biçimde ortaya koyacak; mihrab sofasını Kâbe ebâdında yaparak (bkz. plan 1) dış cebhede tam mihrab üstünde, Kâbe “altın oluğunu” hatırlatacak biçimde, iri mukarnaslı bir çörtenle bu tercihini vurgulayacaktır. (bkz. plan 2)

Ayasofya’nın kıblesi hristiyanlığa karışan paganizmin etkisiyle doğuya yönelen başka kiliseler üzere doğu tarafında değil, Mescid-i Aksâ istikâmetindedir. Süleymâniye’de kıble aksındaki Yasal Türbesi’nin yalnızca bir türbeden fazla; külliye içindeki yeri, sekizgen planı, iç revağı, büsbütün müzeyyen kubbesiyle Kudüs’deki Kubbet’üs Sahrâ’yı hatırlatması kuvvetle mümkündür. Eksende bu binânın önüne Kâbe ebadlarındaki Dârülkurrâ binâsının konulması ise olağanüstü mânîdardır.

Cami; kulluk ve kötüye mahkûm hayâtı, hazîre; vefatı, Kâbe ölçülerinde yapılan Dârülkurrâ ise zât-ı ulûhiyyetin remzi olan Kâbe’yle Zât-ı Mutlak olan Allah’a visal sadedinde, sanki “O’na döndürüleceksiniz (Bakara,28)” ayetinin bir tefsîri mâhiyetindendir. Bu hayat, Muhammedî sünnetin tariflediği şekilde yaşanır. Çünkü Kur’ân’ın vahiy oluşu, önce hadis oluşuyla yani sünnetle kat’iyyet kazanmıştır. Kur’ân’ın vahiy oluşu; aynı zamanda ve daha önce bu âlem-i şuhudda en sahih “hadis” olduğu içindir. Rasulullah (sav) “bu vahiydir” diye işâret buyurmasa, “evet Kur’ân vahiydir” diye iman etmeyecektik. “O” söylediği için bütün müslümanlar böyle inandı. Yâni Kelâmullah olan Kur’ân-ı Kerim önce Efendimizin fem-i saadetlerinden “hadis” olarak “vahiydir”diye naklolundu, “Vahy-i ilâhi sünnet-i Muhammedî ile” âşikâr oldu… ve “O” söylediği için biz gönderilenin “vahiy” olduğuna îman ettik.

Bilhassa Dârülkurrâ (Kur’an Medresesi)’nın külliyede bu konumda bulunması, sanki Hz. Ali (K.V)’ye nisbet edilen “Kur’an ve insan tev’emdir (ikiz kardeştir).”24 Sözünün vücud bulmuş halîdir. Darülhadîs’in (Hadis Medresesi’nin) külliyedeki diğer medreseler gibi klâsik nizamda bir yapı olmayıp, kıble okunun açısını teşkil etmesi ise fevkalâde câlib-i dikkattir. Bu tercih ve düşünceler; Peygamber müjdesindeki fetihle hidâyete eren bir dünyâ şehrinin, fetihten yaklaşık 100 sene sonra, bu hidâyetinin tescili mâhiyetindedir.

Bütün bunlar sanki; “Süleymâniye’de Bayram Sabâhı”nın şâiri Yahya Kemâl’in rubâisindeki ifâdesiyle:

“Bir merhaleden güneşle deryâ görünür,

  Bir merhaleden her iki dünyâ görünür.”

bakış ve mânâsının Müslüman şehir tasavvurundaki ifâdesidir.

Ayasofya ve Süleymâniye Külliyeleri; Müslüman idrakinde, sîretin sûrete, zâhirin bâtına bürünmüş manzûmeleridir. Bir medeniyetin mahsûlü olan san’at eserlerinin ortaya koyduğu te’lif ve terkib, atıfta bulunduğu hakîkat ile işâret ettiği tavır ve uslûb; kâinat şuuru, âlem idraki, eşyaya bakış, yaşama uslûbu, ahlâk ve medeniyet tasavvurunu tasvîr eder. Yapılan herşey buna göre şekillenip hayat bulur. Bu müşterek zihniyet dünyâsı ile âidiyet şuuru ve hissi, mensub olunan medeniyet dünyâsını târifler, sonra da medeniyet inşâsı ve tarz-ı hayat olarak bir bütün halinde hüviyet (kimlik) olarak akseder. Eser san’atkârının, mîmârının maksûdunu âşikâr eder. Bu tercih; Muhammedî tevhid dininin insan-mekân-zaman boyutunda eşyâya aksi olan İslâm medeniyeti mirâsının, ruhunun ve idrakinin temsîli noktasında, orijinal bir terkible şehrin madde ve manasına giydirilmesi keyfiyetidir. Bir medeniyetin aynası şehirdir. Tarih, din, kültür, san’at, beşerî münâsebetler ile farklılıklar ve inanç manzûmeleri şehirde tezâhür eder.

Mîmar Sinan, inşâ ettiği âbidevi külliyeler, câmiler ve büyük küçük diğer yapılarıyla İstanbul’un silüetine, gâyet şuurlu bir şekilde Müslüman ruhu, şahsiyeti ve hüviyeti giydirirken, İslâm medeniyet tasavvurunu, hayatın içindeki şehir ve imar anlayışıyla madde ve mânâda mâmur kılıyor, “Müslüman İstanbul” fikrini kimliğe büründürüp müşahhas ve mücessem bir hâle getiriyordu.

150 – 200 yıldır bütün değerlerine saldırılmış, nihâyet son yüzyılda kudsî olanından neredeyse tamamen kopartılmış, zihniyet dünyâsı işgale uğramış bir millete bu yaklaşım ve bakış açıları garib gelebilir. Tanpınar’ın yerinde tesbîtiyle “Eski medeniyetimiz dinî bir medeniyetti”. Bazıları belgelenmiş târihi hakîkatler olmasa da, bir milletin düşünce, bakış, duyuş ve hissedişleriyle şekillenen samîmiyet ve hassâsiyeti, farklı kültürleri temellük ediş şekli bu bakış açıları ile, efsâne, menkîbe ve rivâyetlerdedir.

Asırların birikimi olan bu medeniyet enmûzeci 25 (numûne, misal, aynı mizacda model) İstanbul’u son 70-80 yılda artan bir ivme ile ne hâle getirdiğimizin acı ve çarpıcı numûnesi bu iki resmi, sözün bittiği yer olarak, irfan ve insaf nazarlarına bırakıyoruz. Aslında yeni; geleneği daha saf, sâde ve berrak ifâde etmek için vardır. Gelenek de yeniyi, hayatın sürüp giden akışına ve devamlılığına katmak için gelenek olmuştur. Bizim yaşadığımız ise bambaşka bir seyir. Hz. Mevlâna (ks) “Söz bakışı bulandırır, sus, söyleme.” diyor, ancak Süleymâniye asırların ötesinden Fuzûli gibi sesleniyor sanki:

Ferhâdâ zevk-î sûret, Mecnûn’a seyr-i sahrâ

Bir râhat içre herkes, ancak benem belâda

 

Yine Fuzûli’nin dilinden bir feryad:

Derdime vâkıf değil cânân beni handan bilür

Hakkı vardır şâd olanlar herkesi şâdân bilür

Söylesem te’sîri yok sussam gönül râzı değül

Çektiğim âlâmı bir ben bilirim bir de Allah’ım bilür

DİP NOTLAR:

Lâtifî, Evsâf-ı İstanbul, Hazırlayan: Nermin Suner Pekin, İstanbul, 1977, s.84.
“Seyyah-ı şehir Evliya Çelebi’nin İstanbul tasavvurunda, zikrettiğimiz bu süreçlerin başka bir zaviyeden okunup şerh edilmiş olması calib-i dikkattir: Seyahatnâme’de İstanbul’un ilk kurucusu olarak Hz. Süleyman zikrediliyor. Hz. Süleyman’ın sarayını yaptırdığı yer, bugün Topkapı Sarayı’nın bulunduğu Sarayburnu’dur. Yeryüzü iktidarının ve hâkimiyetinin ilk timsali, mimarlık ve umranın ilk mübeşşiri olarak Hz. Süleyman’ın böyle bir çerçeve içerisine ve böyle bir mekâna oturtulması, başlı başına bir dünya tasavvuru ve bir tarih görüşü olarak anlaşılabilir. Bu tevcihte Osmanlı Devleti’nin iktidarının menşei ve siyasî merkez olarak Sarayburnu’nu seçmesi maddi ve coğrafi sebeplerden ötede, peygamberane bir tercihin, bir silsilenin zaruri devamı olarak tezahür etmektedir; bütün meslek ve meşreplerin bir Peygamber’e ulaşan silsilelere sahip olması gibi.”

İsmail Kara, Büyük İstanbul Tarihi, İstanbul’un Hilafet Merkezi Olarak İnşâsı, İBB. Kültür A.Ş. yayınları, c. 3, s.40.

 

Orhan Şaik Gökyay, Evliya Çelebi Seyehatnamesi, Yapı Kredi Yayınları, c.1, s.49.
Lâtifî, Evsâf-ı İstanbul, Hazırlayan: Nermin Suner Pekin, İstanbul, 1977.
Lâtifî, Evsâf-ı İstanbul, Hazırlayan: Nermin Suner Pekin, İstanbul, 1977, s.28,29,81.
Lâtifî, Evsâf-ı İstanbul, Hazırlayan: Nermin Suner Pekin, İstanbul, 1977, s.81.
Stefanos Yerasimos, Konstantiniye ve Ayasofya Efsaneleri, çeviren: Şirin Tekeli, İletişim Yayınları, İstanbul, 1993.

Ferhat Aslan, Ayasofya Efsaneleri, İBB. Kültür A.Ş. Yayınları, İstanbul, 2014.

Orhan Şaik Gökyay, Evliya Çelebi Seyehatnamesi, Yapı Kredi Yayınları, c.1, s.50.
Orhan Şaik Gökyay, Evliya Çelebi Seyehatnamesi, Yapı Kredi Yayınları, c.1, s.50.
Kur’ân-ı Kerim’de Sebe Suresi 15. ayetde geçen “Beldetü’n Tayyibe” (Ne güzel belde) tâbirinin ebced değeri 857 olduğundan, hicrî 857 de fethedilen İstanbul’un fethine târih olarak düşülmüştür.
Orhan Şaik Gökyay, Evliya Çelebi Seyehatnâmesi, Yapı Kredi Yayınları, c.1, s.50
Orhan Şaik Gökyay, Evliya Çelebi Seyehatnâmesi, Yapı Kredi Yayınları, c.1, s.50
Orhan Şaik Gökyay, Evliya Çelebi Seyehatnâmesi, Yapı Kredi Yayınları, c.1, s.53
Orhan Şaik Gökyay, Evliya Çelebi Seyehatnâmesi, Yapı Kredi Yayınları, c.1, s.51
İsmail Kara, Büyük İstanbul Tarihi, İstanbul’un Hilafet Merkezi Olarak İnşâsı, c.3, s.38
İsmail Kara, Büyük İstanbul Tarihi, İstanbul’un Hilafet Merkezi Olarak İnşâsı, c.3, s.39
“Aslında “külliye” kelimesi Türk mimarlık tarihçilerinin dilinde XX. Yüzyılın başlarında kullanılmaya başlanan bir terimdir. Süleymaniye Vakfiyesi’nde bu yapılar topluluğunun tümü bir “imaret” olarak anılır ki bir yeri inşa faaliyeti yoluyla geliştirme, canlandırma projesi anlamına gelen (ve “mimar” sözcüğü ile aynı kökten gelen) bu Arapça kelime Osmanlı târihinin o yüzyıllarında bu tür yapı grupları için en sık kullanılan tabirdir. Muhtemelen XIX. Yüzyıl gibi geç bir dönemde bu kelime yalnızca yemek dağıtılan yer için kullanılır olmuştur.”

Yavuz Sezer, Büyük İstanbul Tarihi, Süleymaniye Camii ve Külliyesi, c.8, s. 278.

Fatih Sultan Mehmed döneminde inşâ edildiyse Atina Fethiye Camii ile Elbistan Ulu Camii (1515-1522) dört yarım kubbeli cami mimârisinin ilk örnekleridir. Bu plan şekli Şehzâde Cami’nden (1544-1548) sonra; Tosya’da Maraşî Abdurrahman Paşa Camii (1584) ile İstanbul’da Sultanahmed Camii (1609-1620) ve Yeni Camii’de (1598-1665), Tunus’da Sîdî Mahrez Camii’nde (1698) kullanılmıştır. Aynı planda inşâ olunan bu yapılar dış cebhesi, iç mekân te’sîri ve anlayışı ile bambaşka binâlardır.
İn’ikas : Aksetme, yansıma, yakılanma, te’siri görünür, hissedilir hâle gelme.

Temessül: Benzeşme, özümleme, bir şeyin bir yerde şekil, sûret ve mâhiyetinin aksetmesi, bir şekil ve sûrete girmek, yansıma, görünme, cisimlenmek.

 

Asım Köksal, İslâm Târihi, Şâmil Yayınevi, c.9, s.37.

 

Mûsevilikte tenzihte kalınmıştır. Hristiyanlıkta teşbîhte kalınmıştır, mualleldirler. İslâm aklı-ı selim noktasında tenzihle teşbîhi bir araya getirmiştir. İslâm, tevhid-i hakîkîyi vâzeder.

“Tevhîd-i Hakîkînin kelâmla ifâdesi :

Allah; Zâtıyla mütecelli, Vücûdu ile mevcud, Sıfatıyla muhit,

Esmâıyla mâlûm, Efâliyle zâhir, Âsârıyla meşhuddur.

Allah, noksansız tasarruf eden, kanunlarına itâat ettirir bir rubûbiyet tecellisi içinde, tedbîr, tenvîr, tanzim ve tavsifden mürekkeb mutlak bir hakîkatdir.”

Rahmetli Mehmed Serhan Tayşi’den nakil.

Bakara Sûresi, 142, 143, 144, Elmalılı Hamdi Yazır Meali.
Nâs (insanlar) içinde süfeha takımı “Bunların bulundukları kıble’den (Beyt-i Makdis’ten) çeviren ne?” diyecek. De ki: “Meşrık da, mağrib de Allah’ındır! O kimi dilerse, doğru bir caddeye çıkarır”.
Ve işte böyle sizi doğru bir caddeye çıkarıp, ortada yürüyen bir ümmet kıldık ki bütün insanlar üzerine adalet numûnesi/hak şahidleri olasınız; peygamber de sizin üzerinize şahid olsun! Kıble’yi mukaddema durduğun (daha önce yöneldiğin) Kâbe yapışımız da sırf şunun içindir; Peygamber’in izince gidecekleri, iki ökçesi üzerinde geri döneceklerden ayıralım! O elbette Allah’ın hidayet eylediği kimselerden maadasına (başkasına) mutlak ağır gelecekti. Allah imanınızı zayi edecek değil! Herhalde Allah insanlara ra’fetli, çok ra’fetli’dir, rahîm’dir!
Hakîkaten yüzünün semada aranıp durduğunu görüyoruz. Artık müsterih ol, seni hoşnut olacağın bir kıble’ye memur edeceğiz. Haydi yüzünü Mescid-i Haram’a (Kâbe’ye) doğru çevir! Siz de (ey mü’min-ler) nerede bulunsanız, yüzünüzü ona doğru çeviriniz! Kendilerine kitap verilmiş olanlar da herhalde bilirler ki o, rablerinden gelen haktır ve Allah onların yaptıklarından ve yapacaklarından gafil değildir!
“İnsan” kelimesi, “dostluk, tanışıklık, alışkanlık, muhabbeti olmak” mânâsındaki “ünsiyet” kelimesiyle aynı köktendir.
“Bu Kur’an hüzünle inmiştir.” İbn-i Mâce, İkâme, 176, Sahih Hadis.

İslâm Kur’an medeniyetidir. İslâm Medeniyeti, hüzün manzûmesidir, meserretinde bile melâl ve hüzün vardır. Vücûd, vacib’ül vücûdun izhâr-ı ve tecellisi için fenaya mahkumdur ki, Vücûd-u Mutlakın bekâsı idrak edilip bilinsin. Hüzün olmadan meserret, meserret olmadan hüzün olmaz. Hüzünde fenâ ve bekâ, vücûd ve âdem, kûn fe yekün ve Kâbe’nin sırrı vardır.

Enmûzec: Farsça numûne kelimesinden muarrebdir (arapçalaştırılmıştır) ve numûne, misal, örnek, model, mensub olduğu küllün (bütünün), bilcümle evsâfını câmi bir cüzdür (parçasıdır).

ETİKETLER: , , , ,
Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.